Gökyüzüne Tapan Kavim: Türklerin Gök Tanrı İnancı
Bir akşam, bozkırda yalnız başına düşünün kendinizi. Etraf sessiz, rüzgar hafif esiyor. Başınızı kaldırıp gökyüzüne baktığınızda sonsuz bir mavi görürsünüz. Yıldızlar teker teker belirmeye başlar. Ve o an anlarsınız - bu gökyüzü sizi küçük hissettirir ama aynı zamanda bir şeyin parçası olduğunuzu da fısıldar.
İşte binlerce yıl önce Türkler de tam böyle hissetmişler. Ama onlar için gökyüzü sadece güzel bir manzara değildi. Gökyüzü yaşıyordu, nefes alıyordu, kararlar veriyordu. Gökyüzü, tanrıydı.
Kök Tengri - Gök Tanrı
Türkler gökyüzüne "Tengri" derlerdi. Bazı yerlerde "Tanrı" diye telaffuz edilir, bazı yerlerde "Tengeri". Ama hepsi aynı şeyi ifade eder - gökyüzündeki mutlak güç.
Şimdi burada bir yanlış anlamaya dikkat çekmek istiyorum. Çoğu kişi Gök Tanrı deyince, sakallı bir ihtiyarın bulutların üstünde oturduğunu düşünür. Hayır, öyle değil. Türklerin Tanrı anlayışı çok daha soyut, çok daha felsefi.
Gök Tanrı, gökyüzünün kendisiydi. O maviliği, o sonsuzluğu, o değişmezliği temsil ediyordu. Sabah maviydi, öğlen maviydi, akşam bile karardığında hala oradaydı. Yaz kış, yağmur çamur, her zaman. Değişmez, sonsuz, her yerde.
Bu anlayış çok mantıklı aslında göçebe bir toplum için. Yerleşik medeniyetler tapınaklar inşa eder, heykeller dikerdi. Ama sen sürekli hareket halindeysen, yanında taşıyamayacağın tanrılar işe yaramaz. Gökyüzü ise hep seninle. Nereye gidersen git, başını kaldır, o orada.
Umay Ana ve Yer-Su
Tabii Gök Tanrı tek başına değildi. Türk inanç sisteminde bir de Umay Ana vardı. Kadınların, çocukların, doğurganlığın koruyucusu. Gökyüzünün erkeksi gücüne karşılık yeryüzünün dişil gücü.
İlginç olan şu - Umay Ana da soyut bir kavramdı. Onu da tam olarak insan biçiminde düşünmezlerdi. O, doğanın kendisiydi. Bir kadının hamile kalması, çocuğun sağlıklı doğması, sütün gelmesi... Bunların hepsi Umay Ana'nın işiydi.
Bir de "Yer-Su" vardı. Yeryüzü ve su ruhları. Her dağın, her ırmağın, her gölün bir ruhu olduğuna inanırlardı. Bu ruhlar kötü değildi ama saygı isterlerdi. Bir ırmaktan su içeceksen teşekkür ederdin, bir dağdan geçeceksen izin isterdin.
Bunu gerici veya ilkel diye düşünmeyin. Aslında çevreyle uyumlu yaşamanın bir yolu. Doğaya saygı duymak, onunla çatışmamak. Modern insanların "çevre bilinci" dediği şey, Türklerde binlerce yıl önce vardı zaten.
Kam - Şaman
Peki insanlar Gök Tanrı ile nasıl iletişim kuruyorlardı? İşte burada şamanlar devreye giriyordu. Türkçesi "Kam" olan bu kişiler, hem doktor hem din adamı hem de kehindi.
Kam olmak kolay değildi. Genellikle çocukken seçilirdin. Ailende şaman varsa sen de olabilirdin ama illa öyle olmak zorunda değildi. Bazen bir çocukta özel yetenekler olduğu fark edilirdi - tuhaf rüyalar görür, hastalıkları hisseder, garip şeyler söylerdi. İşte o çocuk yaşlı bir şamana çırak verilirdi.
Eğitim yıllar sürerdi. Şifalı otları öğrenirsin, ritüelleri ezberlersin, davul çalmayı öğrenirsin. Ama en önemlisi - ruhlarla konuşmayı öğrenirsin.
Şamanların trans haline geçtiğine inanılırdı. Özel kıyafetlerini giyerler, davul çalmaya başlarlardı. Saatlerce döner, dans eder, şarkılar söylerlerdi. Sonunda bir noktada bilinci değişir, ruh dünyasına geçerlerdi. Orada ruhlarla konuşur, hastaların neden hasta olduğunu öğrenir, geleceği görürlerdi.
Kurban Ritüelleri
Türkler Gök Tanrı'ya kurban keserlerdi. Ama bu kurban kesme işi, günümüzdeki gibi değildi. Çok daha ritüelistik, çok daha anlamlıydı.
En değerli kurban attı. At, bozkırın en önemli hayvanıydı. Senin zenginliğindi, gücündü, hareketlilikti. At olmadan savaşamazdın, göç edemezdin, avlanamazdın. Yani en değerlini veriyordun.
Kurban törenleri büyük etkinliklerdi. Tüm boy toplanırdı. Şaman ayinler yapardı, dualar okunurdu. At kesilirken özel sözler söylenirdi. Sonra et pişirilir, herkes beraber yerdi. Sadece Tanrı'ya hediye değil, aynı zamanda toplumsal bir birlik anıydı.
Kurbanın kanı yere dökülürdü - Yer-Su ruhları için. Kemikleri yakılırdı - dumanın Gök Tanrı'ya ulaşması için. Hiçbir şey boşa gitmezdi, her parçanın bir anlamı vardı.
Ölüm ve Öte Dünya
Türklerin ölüm sonrası inanışı da ilginçti. Öldükten sonra ruhun gökyüzüne gittiğine inanırlardı. Ama herkes aynı yere gitmezdi. İyi yaşamış, cesur olmuş, adil davranmış insanların ruhları Gök Tanrı'nın yanına kabul edilirdi. Kötüler ise yeraltı dünyasına giderdi - Erlik'in diyarına.
Mezarlara özenle önem verilirdi. Ölen kişinin eşyaları yanına konurdu - silahları, takıları, bazen de atı. Evet, at da öldürülür, efendisiyle birlikte gömülürdü. Mantık şuydu: öte dünyada da bu eşyalara ihtiyacın olacak.
Kurganlar dediğimiz büyük höyükler, aslında zengin savaşçıların mezarlarıydı. Pazyryk kurganlarında bulunan mumyalanmış cesetler, dövmeler, altın eşyalar... Hepsi bu inanışın izleri.
Doğa ile İlişki
Gök Tanrı inancının en güzel tarafı, doğayla kurulan ilişkiydi bence. Her şeyin bir ruhu vardı ve her şey bağlıydı birbirine.
Ağaç kesmeden önce izin isterdin. Hayvan avlamadan önce teşekkür ederdin. Suyu kirletmek büyük günahtı. Ateşe tükürmek, ateşi kirletmek yasaktı - çünkü ateş kutsaldı.
Şöyle düşünün - modern dünyada doğa bir kaynak, sömürülecek bir şey. Eski Türklerde ise doğa bir aile üyesiydi. Ona saygı duyarsın, ondan izinsiz bir şey almazsın.
Belki de bu yüzden bozkırları binlerce yıl kullandılar ama bitirmediler. Oysa modern tarım birkaç on yılda toprağı tüketir. Fark burada - saygı.
Gök Tanrı ve Kağanlar
Türk kağanları kendilerini Gök Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi sayarlardı. "Tengri'den kut almış" derlerdi. Kut, bir nevi tanrısal onay, kutsamaydı.
Ama bu, kağanın istediği gibi davranabileceği anlamına gelmiyordu. Tam tersi. Eğer haksız davranırsan, zulüm edersen, Tengri senden kutunu geri alırdı. O zaman yenilirdin, tahtını kaybederdin.
Orhun Yazıtları'nda bunu açıkça görürsünüz. Bilge Kağan der ki: "Tengri, Türk milleti yok olmasın diye babamı ve amcamı kağan yaptı." Gücü Tengri'den aldığını söyler ama aynı zamanda bir sorumluluk olduğunu da bilir.
Bu sistem aslında çok akıllıca. Kağanı tanrısal kılar ama aynı zamanda hesap verebilir tutar. Batı'daki "kral tanrının gölgesidir" anlayışından farklı - orada kral ne yaparsa yapsın tanrı ona hesap sormazdı.
İslamiyet Öncesi Son Yıllar
Göktürkler, Uygurlar döneminde Gök Tanrı inancı zirvesindeydi. Ama 8. yüzyıldan sonra işler değişmeye başladı. Uygurlar Maniheizm'i kabul etti. Bazı Türk boyları Budizm'e geçti. Batıdaki Hazarlar Yahudiliği seçti.
Ama ilginç olan şu - hangi dine geçerlerse geçsinler, Türkler Gök Tanrı inancının bazı unsurlarını korudular. Gökyüzüne saygı, doğayla uyum, şamanların varlığı... Bunlar hiç kaybolmadı.
İslamiyet geldiğinde de aynı şey oldu. Evet, Müslüman oldular ama şamanlık geleneği devam etti. Hatta bazı bölgelerde hala devam ediyor. Altay Türkleri, Yakutlar, Saha Türkleri - hala şamanları var.
Günümüze Kalan İzler
Bugün Türkiye'de Gök Tanrı inancı yok elbette. Ama izleri var her yerde. "Tanrı" kelimesinin kendisi Tengri'den geliyor. "Hak Tanrı" dediğimizde, eski inancın izini sürüyoruz aslında.
Nevruz bayramı - ilkbaharın kutlanması, doğanın uyanışı. Bu Gök Tanrı inancından kalma. Ateş yakma geleneği, su serpme ritüelleri... Hepsi binlerce yıl öncesinden.
Anadolu'da bazı yörelerde hala ağaçlara bez bağlama geleneği var. Türbelerde, kutsal mekanlarda görürsünüz. İnsanlar dilek tutar, bez bağlar. Bu da eski Türk inançlarından - ağaç ruhlarına saygı gösterme, onlardan yardım isteme.
Hatta dilimizde bile var. "Allah kahretsin" derken kullandığımız "kahr" kelimesi, aslında eski Türkçe "kara" (kötü) ve "er" (ruh) birleşiminden geliyor. "Uğursuz" kelimesindeki "uğur" da eski Türkçe bir kavram - şans, kader.
Felsefi Boyut
Gök Tanrı inancının felsefi derinliğini anlamak için biraz düşünmek gerek. Bu, basit bir putperestlik değildi. Tam tersi, oldukça sofistike bir sistemdi.
Öncelikle monoteistti - tek tanrı. Ama bu tanrı antropomorfik değildi - insan biçiminde değil. Soyuttu, evrenseldi. Evreni yaratan ve yöneten bir güç.
İkincisi, determinizm ve özgür irade arasında bir denge vardı. Evet, her şeyi Tengri yaratmıştı. Ama insanın da kendi seçimleri vardı. Kötülük yaparsan cezalandırılırdın, iyilik yaparsan ödüllendirilirdin.
Üçüncüsü, doğa ve insan ayrı görülmüyordu. İnsan doğanın bir parçasıydı, ondan üstün değildi. Bu ekolojik bir anlayış - sürdürülebilir yaşam.
Son Düşünceler
Gök Tanrı inancı belki de Türk milletinin en özgün katkısı dünya dinler tarihine. Göçebe bir yaşamın, bozkırın, sonsuz gökyüzünün ürettiği bir inanç sistemi.
Bugün geriye dönüp baktığımızda, ne kadar akıllıca bir sistem olduğunu görüyoruz. Doğaya saygılı, kadına değer veren, liderleri hesap verebilir tutan bir inanç. Hiyerarşi vardı ama katı değildi. Ritüel vardı ama dogma yoktu.
Belki de günümüzde, çevre krizinin, teknoloji bağımlılığının, doğadan kopuşun olduğu bir dönemde, Gök Tanrı inancının o eski bilgeliğine ihtiyacımız var. Gökyüzüne bak, yerin kutsallığını hatırla, doğayla uyum içinde yaşa.
Çünkü o eski Türkler bir şeyi çok iyi biliyordu: Sen ne kadar güçlü olursan ol, gökyüzü hep senden büyüktür. Ve ona saygı göstermezsen, o da sana saygı göstermez.

Yorumlar